Welcome to Our Website

Merkez sağda gerçekten bir boşluk var mı, CHP yeni merkez olur mu?

Abdullah Esin & Mehmet Yaşar Altundağ

Bir süredir Türkiye siyasetine dair tartışmaların önemli gündemlerinden biri merkez sağ. Gazetecilerden siyasetçilere, siyaset yorumcularından araştırmacılara  kadar geniş bir koalisyon; merkez sağda bir boşluk olduğunu iddia ediyor ve bu boşluğu dolduracak partinin de güç kaybetmiş ve toplumsal desteğini yitirmeye başlamış AK Parti’nin yerini alacağını savunuyor.

Biz merkez sağda bir boşluk olduğunu düşünmüyoruz. Aksine, merkez sağda olduğu düşünülen boşluğun muhayyel olduğunu, bu iddiaların Türkiye’nin değişen dinamiklerini okuma ve anlamada yetersizlikten kaynaklandığını düşünüyoruz. Türkiye’deki mevcut dinamikleri değerlendirdiğimizde arzu edilen yeni siyasetin merkez sağın içerisinden çıkacağı ve iktidara yürümenin tek yolunun da merkez sağdan geçtiği iddialarının  bir ezber olduğunu düşünüyoruz.

Bu anlamda 31 Mart 2024 Seçimleri’nde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Türkiye’de birinci parti çıkmasının merkez sağ tartışmalarının sığlığını gösterdiğini iddia ediyor ve yeni merkezin CHP etrafında şekillenip şekillenemeyeceğini bu yazıda değerlendiriyoruz.

Çareyi merkez sağda aramak

Türkiye’nin geniş sağ seçmen kitlesinin desteğini kazanarak iktidara yürüyecek bir merkez sağ partisi eksikliği yaşadığı tezinin arkasında Türkiye’nin merkez sağ iktidarıyla özdeşleşen siyasi tarihi var.

Zira serbest ve adil seçimlerin başladığı 1950’den beri iktidarda en uzun süre kalan partiler bir silsile halinde birbirinin ideolojik mirasçısı olan merkez sağ partiler oldu. DP, AP, ANAP ve devamında DYP gibi partiler, Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’nin 1970’li yıllardaki yükselişini saymazsak, modern Türkiye’nin çok büyük bir bölümünde iktidarda oldular.

2002’den itibaren de İslamcı cenahın içinden “muhafazakar demokrat” bir kimlikle kurulan AK Parti’nin 22 yıl boyunca iktidarda kalması, daha önemlisi ise başat bir strateji olarak kendisine rakip olabilecek bütün sağ partileri pasifize ederek yükselişini engellemeye çalışması merkez sağın kazanan strateji olacağı ve merkez sağda boşluk olduğu iddialarını güçlendirdi.

2017’den itibaren kurulan ve ses getiren partiler de bu “boşluğu” doldurmaya niyetlendi. Kazandıracak stratejiyi burada gördü. İYİ Parti, şehirli ve seküler bir milliyetçi parti olmak ile merkez sağ bir parti olmak arasında yalpalayıp durdu. DEVA Partisi, basitçe kuruluş yıllarına dönecek ve “eskiye dönerken yenilenecek” bir merkez sağ AK Parti vaat etti. Diğerleri kadar sükse yapmasa da Demokrat Parti de partinin isim ve tarihi gücüne yaslanarak merkez sağ içerisinde bir rüzgar yaratmaya çalıştı. Her halükarda “kazandıracak strateji”, doldurulması gereken bir boşluk olduğu düşünülen merkez sağ içerisinde arandı. Altılı Masa da tam anlamıyla bu stratejiye ve zihniyete yaslandı.

Ancak, 31 Mart Yerel Seçimlerinde, AK Parti’yi tarihinde ilk kez 2’nci parti konumuna düşüren siyasi dalga, radikal sağ ve merkezin solunda yer alan Yeniden Refah Partisi ve CHP’den geldi. Bu durum, merkez sağdan ziyade radikal sağ ve merkez solun alternatif olabileceğini gösterdi. Peki neden böyle oldu? Bunun için Türkiye siyasetinde 50 yıl boyunca merkez sağa neden ihtiyaç duyulduğuna ve son 20 yılda nelerin değiştiğine bakmak gerekiyor.

Merkez sağa neden ihtiyaç vardı?

Merkez sağ partilerin iktidara gelmesini sağlayan temel dinamikler; merkez sağın askeri vesayetle demokrasi ve seçmenler arasında bir tampon görevi görmesi[1], muhafazakar seçmenin taleplerini süzgeçten geçirerek rejimin kırmızı çizgileri içinde siyasete yansıtması ve Soğuk Savaş yıllarında Batı bloğuna eklemlenirken bir yandan da kalkınmacı-piyasacı bir modeli benimseyerek Türkiye’nin büyüme ve kalkınma arzusuna cevap aramasıydı.

Cumhuriyet reformlarına sahip çıkan ancak yeni reformlara kuşkuyla yaklaşan, laiklik ilkesini benimsemiş ancak toplumsal hayatta muhafazakar değerleri ön plana çıkaran, askeri vesayetin keskin sınırlarına riayet eden ancak güçlü toplumsal meşruiyeti ile zaman zaman onunla mücadele de edebilen, adil bölüşümden ziyade güçlü ekonomik büyüme ve kalkınmayı ön planda tutan merkez sağ bu özellikleriyle Türkiye’nin 20. yüzyılının “iktidar burcunu” temsil ediyordu.[2]

Yıldıray Oğur’un “halk ile rejim arasında bir tampon bölge” olarak tarif ettiği merkez sağı iktidara getiren ve iktidarda tutan kolonlardan biri de bu aracılık işlevi oldu.

90’lı yıllarda DYP ve ANAP gibi merkez sağ partileri bitiren de bu aracılık işlevini yerine getirmekteki başarısızlığı oldu. Artık bu eski merkez sağ partiler halkı temsil eden ve  sorun çözen aktörlerden ziyade ekonomik ve politik istikrarsızlığa cevap üretemeyen ve yükselen kimlik siyasetine karşı siyaset geliştirmeyen hantal yapılara dönüşmüştü.

Zaten AK Parti’nin ilk seçiminden itibaren güçlü bir toplumsal karşılık bulması da bir yandan ekonomik ve politik istikrarı vaat ederken bir yandan da başta muhafazakarlar ve Kürtler olmak üzere toplumun farklı katmanlarına talep ettikleri siyasi ve toplumsal hakları vermesiyle oldu.

2000’lerde değişen neydi?

AK Parti iktidarının en temel propagandası olan siyasi istikrar ve ekonomik büyüme 2015’ten itibaren yapısal bir krize girdi. 7 Haziran seçimlerinin ardından AK Parti’nin tek başına iktidara gelecek çoğunluğu yakalayamaması ancak 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (CHS) geçilmesiyle birlikte aşılabildi. Bu senaryoda ise AK Parti, iktidarını devam ettirebilmek için MHP ile bir ittifak kurmaya ve onu devam ettirmeye mecbur kaldı. Koalisyon ortakları kavramı gitti, ittifak ortakları geldi.

Ekonomik kriz ise 2018’den itibaren giderek daha da ağırlaşmaya, her kesimden vatandaşın hayatını olumsuz etkilemeye başladı. Merkez sağı bir cazibe merkezi hâline getiren devlet ile vatandaş arasındaki arabuluculuk pozisyonu ihtiyacı da CHS’ye geçilmesiyle birlikte yeniden alevlendi. AK Parti’nin artık bir devlet partisi hâline gelmesi ve siyasi gücün tekelleşmesiyle paralel şekilde ilerleyen ekonomik kriz ve devlet-vatandaş ilişkilerindeki arabulucu eksikliği, muhalefetin sistem tartışmalarına ve merkez sağda yeni bir yapılanmaya ihtiyaç olduğu argümanlarına önemli bir dayanak oluşturdu.

Dolayısıyla, ekonomik büyüme, demokratikleşme ve siyasi istikrar gibi AK Parti’yi iktidara getiren ve iktidarda tutan dinamiklerin 2018’den itibaren büyük bir krize girmesi ve sağ seçmendeki alternatif arayışlarının artması merkez sağı yeniden iktidara getirecek koşulların oluştuğu iddialarını güçlendirdi. Bu dönemde kurulan İYİ Parti ve DEVA Partisi’nin de merkez sağa talip olmasının altında iktidarın yaşadığı siyasi ve ekonomik krizler yatıyor.

Yani AK Parti’nin merkez sağı iktidara getiren ve iktidarda tutan vaatlerden uzaklaşması, çözümün AK Parti’yi de ikame edecek bir merkez sağ siyaset ve partide olduğu tezini giderek güçlendiren bir fikre dönüştürdü.

Fakat çözümü hala merkez sağda arayanların atladığı önemli bir gerçeklik var: Merkez sağın 1950-2000 yılları arasında toplumun talepleriyle bürokrasi ve ordu vesayeti arasında bir tampon olduğunu belirtmiştik. O dönemin vesayet rejiminin değerleri seküler-Atatürkçü-Cumhuriyetçi kodlarından oluşuyordu. Öte yandan AK Parti ve MHP ile oluşturulan ve CHS ile kurumsallaştırılan Cumhur ittifakının kodlarını ise muhafazakarlık, milliyetçilik ve merkeziyetçilik oluşturuyor.

2018’den kurulan yeni rejim ile TBMM’nin temsiliyet gücü zayıfladı. Merkezi idarenin gücü modernleşme sürecimizden beri hiç olmadığı kadar artarak yerel yönetimlerin iktidar alanı iyice törpülendi. Eğitim sisteminin İslami değerlerle yeniden dizayn edilmesinden cemaatlerin ve dini vakıfların siyasi ve kamusal alanda artan etki gücüne kadar geniş bir kamusal ve sivil araçlar ortaklığıyla muhafazakar değerler ve yaşam tarzı öne çıkarılmaya başlandı. Sivil toplum zayıflatıldı ve Cumhur ittifakı belki de 1930-40’ların tek parti iktidarından çok daha kuvvetli bir siyasi-bürokratik gücü elde etti.

Bugünün Türkiye’sinde merkez sağa neden ihtiyaç kalmadı?

Dolayısıyla 2002 öncesi dönemin laik-Atatürkçü-Cumhuriyetçi vesayetinin yerini artık muhafazakar-milliyetçi-merkeziyetçi bir vesayet almış durumda. Bu nedenle yeni rejimde makbul vatandaşlık tanımının dışında bırakılan seçmen ile vesayet rejimi arasındaki tampon bölgeyi başka bir sağ partinin doldurmasını beklemek siyasetin tabiatına aykırı.

Nasıl ki laik ve Atatürkçü bir vesayet rejimine karşı muhafazakar seçmene merkez sağ hitap ediyorsa bugünün muhafazakar-milliyetçi vesayet rejimine karşı toplumun haklarını ve taleplerini siyasete taşıyacak bir merkez partinin savunması gereken değerler muhafazakarlıktan ziyade sekülerlik ve cumhuriyetçilik ekseninde kesişiyor. Zira saldırı altında olan ve toplum tarafından korunması gerektiği hissedilen değerler buradan yükseliyor.

Dolayısıyla bugünün Türkiye’sinde merkez sağa ihtiyaç kalmamasının temel nedeni, vesayetin kurulduğu değerleri savunacak bir partinin tampon işlevi göremeyecek olmasında yatıyor. Tampon ihtiyacı, savunulması gereken değerlerin ve siyasi pozisyonun içinden doğuyor. Bu anlamda yeni merkezin de merkez sağın içinden çıkacağı iddiası da tarihle bezenmiş siyasi ezberlere dayanıyor.

Hatta son birkaç yılda Atatürk sembolünün daha sivil bir şekilde tabandan yükselmesini dahi yeni bir merkez sola duyulan ihtiyaç açısından okuyabiliriz. Modern, Batılı ve Cumhuriyetçi değerlere yönelik savununun ve bunu hiç değilse güçlü bir figür üzerinden koruma ihtiyacının bir parçası olarak sivil Atatürkçülük, bugün rejim ile vatandaşlar arasındaki henüz tam olarak inşa edilmemiş merkez parti tampon eksikliğini dolduruyor.

Yeni bir merkez sağa ihtiyaç olduğuna yönelik bir diğer önerme ise Türkiye’nin büyük bir ekonomik krizin içinde olduğu, bu nedenle sağ seçmenin de bir alternatif arayışında olduğu ve merkez sağ  geleneğinin güçlü bir ekonomik performansa sahip olduğu inancı. Nitekim DEVA Partisi Balıkesir Milletvekili Burak Dalgın da geçtiğimiz günlerde yazdığı bir makalede[3] bu argümanı destekliyordu:

“Türkiye 10 senedir neredeyse her alanda geriye gidiyor. Milletimizin çimentosu, demokratik hukuk devletinin garantörü orta direk yok oluyor. Nesillerdir ilk kez gençler anne-babalarından daha düşük imkan ve fırsatlara mahkum hale geliyor. Gelecek güzel günlere yürüme değil, eskide kalan güzel günlere dönüş konuşuluyor. Elbette bu tip avuntularla bir yere varmak mümkün değil. Nitekim topluma sinmiş bir yılgınlık, yorgunluk ve yoksunluk hissiyatı var. Bu ortamda yeni merkez sağın Büyük Türkiye veya Çağ Atlama gibi bir başarabilme vizyonunu ortaya koyması gerekiyor.”

Dolayısıyla, Türkiye’nin içinde olduğu ekonomik krizden çıkış yolu olarak merkez sağın kalkınma, piyasa serbestliği ve ekonomik büyümeyi önceleyen ekonomik anlayışının gerektiği argümanları öne çıkıyor. Ancak bugün Türkiye’nin yaşadığı ekonomik krizden çıkış yolu olarak büyük altyapı yatırımları ve mega projeleri kadar vatandaşların gündelik hayatını doğrudan etkileyecek sosyal refah devleti uygulamalarına olan talep gösterdiği aşikar.

Ekonomik büyümenin nimetlerinin adil dağıtılmadığı, mega projelere harcanan kamu kaynaklarına rağmen vatandaşların gündelik hayatının daha da zorlaştığı ve devletin artan gücüne rağmen milletin ekonomik ve siyasi olarak daha da güçsüzleştiği sağ siyaset ekonomik ve siyasi krizin şiddetlendiği bir ortamda toplumsal desteğini eskiye nazaran daha zor inşa ediyor. Refahın adil dağıtılması, ekonomik kalkınmanın gündelik hayatı somut olarak etkilemesi, kamu kaynaklarının mega projelerden ziyade sosyal yardımlara ayrılması gibi merkezin sağından ziyade soluna yakın olan politikalar ve söylemler yeni dönemde adım adım merkeze taşınıyor ve öne çıkıyor.

CHP yeni merkez olabilir mi?

Özgür Özel’in 31 Mart’ın ardından verdiği bir röportajdaki[4] aşağıdaki ifadeleri de bu dönüşen dinamiklerin farkında olduğunu ortaya koyuyor. CHP’nin yeni rejimde toplumun yanında, onun taleplerini ve önceliklerini savunan bir pozisyonda olacağını ilân ediyor:

Tayyip Erdoğan, Anadolu Ajansıyla, TRT’ye reklamlarımızı yayınlatmayarak, valileri, hatta garnizon komutanlarını işin içine sokarak, devleti kendi lehinde taraf etti. Biz burada milletin tarafındayız, onlar devletin tarafında yer aldılar. Ben bütün dünya siyasi tarihinde de böyledir. Er ya da geç devlet ile millet karşı karşıya gelirse millet kazanır. Esas olan millettir… O yüzden birinci başlığım kendi adıma, devlet ile millet rekabet ederse millet kazanır. Biz doğru taraftayız.”

Bu anlamda CHP, bürokrasi, ekonomi ve siyaset üzerinde neredeyse mutlak güce sahip olan iktidar bloğuna karşı kendisini demokratik siyaseti talep edenlerin ortak buluşma noktası, geniş bir Türkiye cephesi olarak kurgulamaya çalışıyor.

Özgür Özel’in de “Biz burada milletin tarafındayız, onlar devletin tarafında yer aldılar” cümlesi bu ikiliğe işaret ediyor. Öte yandan CHP’nin kendini herkese hitap edebilen bir merkez parti olarak konumlandırma çabası devlete karşı vatandaşın yanında olma ayrımından ibaret değil. CHP bir yandan da kendi geçmişiyle yüzleşerek başta muhafazakarlar ve Kürtler olmak üzere ulaşmakta güçlük yaşadığı toplumsal kesimlerde kendisine dair oluşmuş ön yargıları kendi kadrolarıyla yıkmaya çalışıyor.

90’larda başörtüsü yasağı ya da terörle mücadele şemsiyesi altında Kürtlere ve muhafazakarlara karşı oluşturulmuş baskının baş müsebbibi olmasa da -çünkü CHP 1977’den beri iktidarın bir parçası olmadı- bütün bu laik-Atatürkçü-Cumhuriyetçi vesayetçi sistemin baş zihniyeti ve kurucusu olduğu düşüncesinin öz eleştirisini veriyor. Bunun yanında farklı toplumsal geçmişlerden gelen siyasetçileri daha ön plana koyarak ve bu tarz siyasetçilere daha fazla şans vererek geniş toplumsal kesimlere doğrudan ulaşabilme imkanına ulaşıyor.

CHP’nin salt kentli ve seküler sosyolojiye sıkışmadığını göstermesi ve farklı siyasetçi profilleriyle siyaset yapması toplumun genelinde oluşan genel bir huzursuzluğun çözüm adresi olarak da öne çıkmasını kolaylaştırıyor. Toplumda oluşan ve yükselen alternatif arayışının önemli sebeplerinden birini de ekonomi oluşturuyor. Gündelik yaşamın gittikçe pahalılaştığı ve enflasyon baskısının geniş toplumsal kesimleri ezdiği bir dönemde, CHP halkçı belediyecilik politikaları ile öne çıkıyor.

Kent lokantaları, anne kart – ücretsiz süt dağıtımı politikaları veya kent kreşleri gibi politikalarla en temel haklara erişmekte zorluk yaşayan vatandaşlara sosyal belediyecilik hizmeti götürüyor. Bunun seçmendeki karşılığını ulusal seçimlerde görememiş dahi olsa, mega projeler, altyapı ve savunma sanayide daha önce atılmamış adımlar anlatısı etrafında şekillenen Büyük ve Güçlü Türkiye söylemine doymuş ve bu hizmetlerden adil bir şekilde yararlanamayan geniş halk kesimlerine yerel seçimlerde hizmet ve sosyal belediyecilik anlayışıyla ulaşabilmiş görünüyor.

CHP’nin merkeze yürürken karşılaşacağı zorluklar

2024 Yerel Seçimleri ise CHP’nin herhangi bir partiyle ittifaka girmeden, kendi kadroları ve söylemleriyle hem seküler ve muhafazakar hem de Türk milliyetçisi ve Kürt seçmenden oy alabildiğini gösterdi. Bu sonuç, bir yandan CHP’yi merkeze taşıyacak ve belki de kendisine iktidar yolunu açacak bir siyasi başarı olarak görülse de aynı anda toplumun farklı kesimlerinin oyunu alabilmek ve hepsini memnun edecek söylem ve politikalar geliştirme zaruriyetini doğuruyor.

Bu durum, siyasi başarının kısa sürede başarısızlığa dönüşme riskini bünyesinde barındırıyor. Bir yandan Afyon’da Burcu Köksal’ın kullandığı aşırı milliyetçi söylem, diğer yandan İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun benimsediği kapsayıcı ve birleştirici üslup önümüzdeki dönemde bir çatışma ihtimalini ortaya çıkarıyor. CHP’nin bütünlüklü bir şekilde kapsayıcı siyaset üreten bir parti mi olacağı yoksa eklektik söylemlerle ahenkten yoksun bir şekilde yoluna devam mı edeceğini önümüzdeki süreç gösterecek.

Farklı toplumsal kesimlere birbirinden farklı söylemler ve figürlerle ulaşma stratejisi, ulusal çapta bir seçim başarısı için yeterli olmayabilir. Genel seçimlerde tüm vatandaşları temsil edecek ve onların beğenisini kazanacak bir siyasi program ve söylem geliştirmek için farklı aktörlere ve mesajlara dayanan bir siyasi strateji yerine toplumdaki tüm fay hatlarını yatay kesecek birleştirici ve güven verici bir siyasi program ve söylemin belirlenmesi gerekiyor.

Ekonomik krize karşı CHP’li belediyelerin sosyal yardımlara dayanan halkçı politikaları bu seçimde önemli bir başarı getirmiş olsa da tüm CHP’li belediyelerde aynı performansın gösterilememesi ya da yerelde elde edilen siyasi ve ekonomik gücün vatandaşların refahından ziyade partinin çıkarları için kullanılması CHP’nin farklı toplumsal gruplar nezdinde edindiği destek ve itibarı zedeleyebilir.

Ayrıca ulusal siyaset ile yerel seçimlerin birbirinden farklı dinamiklere sahip olduğunu unutmamak gerekiyor. CHP’nin sadece yerel ölçekte hizmet veren kent lokantaları – belediye kreşlerinin ötesine geçen, ulusal ölçekte uygulamaya konulabilecek yeniden dağıtım politikalarını ve makro ölçekte ülkenin ihtiyaç duyduğu teknoloji ve sanayi hamlelerini geliştirecek ekonomik vizyonu oluşturması gerekiyor.

Son olarak Cumhuriyetçi, seküler ve modernist bir çizgiden merkezi inşa edebilmenin diğer bir önemli eşiği güvenlik siyasetine ve diskuruna ne ölçüde cevap verebileceğinden geçiyor. Cumhur ittifakının siyaset yapış şeklinin merkezine koyduğu yerli-milliliğinin ana çizgisini güvenlik siyaseti oluşturuyor. Yerli ve milli olma/olmama, savunma sanayi politikaları ve dış politikada büyük Türkiye anlatısını destekleme/desteklememe seküler ve Cumhuriyetçi siyaseti ikiye bölüyor. CHP’nin ulusal ölçekte gerçek bir merkez sol partiye dönüşmesinin önemli eşiklerinden biri de iktidarın tekeline aldığı bu güvenlik siyasetine merkez sol perspektifinden ne kadar cevap verebileceği olacak.


[1] https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/merkez-sagdaki-muhayyel-bosluk-1597389

[2] https://daktilo1984.com/yazilar/yeni-merkez-sag/

[3] https://daktilo1984.com/yazilar/yeni-merkez-sag/

[4]https://chp.org.tr/haberler/cumhuriyet-halk-partisi-genel-baskani-ozgur-ozel-halk-tvde-secmeni-dinleyeceksin-ve-onu-kandirmayacaksin 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir